İki Üvey Kardeş: Amor Fati ve Amor Dei
Bu yazımızda Spinoza ve Stoacılık felsefesi üzerinden özgürlük, irade, kader ve doğru yaşam kavramları adına sorular soruyor olacağız. Her iki felsefe de insanın kontrolü dışındaki bir dünyada nasıl özgür ve anlamlı bir yaşam sürebileceğine dair köklü ve kapsamlı açıklamalar getiriyor. Stoacılık iradenin doğru yönlendirilmesi ve içsel erdemde varlığın absürtlüğüne bir anlam veriyorken; Spinoza doğru yönlendirilmiş bir akıl ile anlama ve varlığın doğasına ilişkin nedensel zincirleri kavrama yoluyla yalnız bir varlık olmaktan özgül bir varlığa dönüşümü merkeze alıyor. Bu yazı bu iki önemli düşüncenin kader karşısındaki tavrını karşılaştırarak, insanın özgürlük arayışına nasıl ışık tutabileceklerini inceleyecektir.
Özgürlük neden önemlidir?
İnsan yaşamının böylesi büyük sorularına bir yanıt aramaya girişirken bir sıfır noktası üzerine düşünmeyi seviyorum. İnceleyeceğimiz konulardaki sıfır noktasına dair Schopenhauer’in çok güzel bir cümlesi vardır; insanın bilinçli bir varlık olarak gerçek anlamda doğduğu ilk günden şöyle bahseder:
“Bilinçsizliğin gecesinden hayata uyandığında irade kendisini sonsuz ve sınırsız bir dünyada, hepsi mücadele eden, hepsi acı çeken, biteviye yanılıp sükutu hayale uğrayan sayısız fert arasında bir fert olarak bulur.” (Schopenhauer, 1818/2019, s. 321)
Tam da bu geceden uyandıldığında, insanın kendisine ilk sorduğu sorulardan birisi tüm bunların nedeni ve bu nedenler arasında özgür olup olmadığıdır. Yaşayan; eyleyen ve üzerine hadiseler yağan bir varlık olarak sahip olduğumuz talih yahut kaderin anlamlı olabilmesinin ilk koşulu, tüm bunlarda sahip olduğumuz özgürlüğün kendisidir. Bu sorulara büyük ve ilke edinmeye değer yanıtlar veren iki felsefeye bir bakış atalım.
Stoacı Kader
Stoacılığın incelediği tüm insani durumların temelinde Logos kavramı yer alır (Long & Sedley, 1987). Bu kavram için Doğa, Tanrı, Us aynı anlamda birbirlerinin yerine kullanılır. Nedir Logos; var olan her şeyi kuşatmış ve onun yöneticisi ilkesi olan bir çeşit bilinçtir. Bu Akıl, içkin olduğu varlıkların dışında değildir; herkes ve her şey onun bir parçasıdır.
Bu Aklın bir parçasını taşıyan bir insanın, kendi kontrolünde olan ve yalnız kendisinin sahip olduğu bir varlık alanı vardır, fakat bunun tümüyle dışında kalan ve hayatına etki etse dahi değiştiremediği durumlar vardır. Logosun sınırları tam olarak bu durumlarla şekillenir.
İnsanın kaderi, birbiriyle iç içe geçmiş iki çemberden oluşur; birisi insanın kendine ait olan edimleri, diğeri ise dış dünyadan gelen ve onun yaşam örüntüsüne dahil olan şeylerdir (Epiktetos, M.S. 2. yüzyıl/2004). Bu iki küçük ve büyük Logos’un kesişim noktası, insanın en çok “kendi” olduğu; kendi aklına uygun bir yaşam inşa ettiği ve özü ile uyum içinde yaşadığı yerdir. Çemberden dışarı doğru gidildikçe ise, o insana ait yaşam örüntüleri gitgide silikleşir ve geçici düşünceler ve hayat deneyimleri haline gelir.
İnsan tüm bu yolculuğu sırasında döngüsel olarak bir irade yanılgısına düşmeye meyilli bir varlıktır. Böylelikle mutlu bir yaşam adına etkin bir çaba içinde olsa dahi, eğer mutluluk yolunda yanlış bir iradenin peşinden gidiyorsa mutluluktan koşarak uzaklaşıyor olur.
İrade Yanılgısı
Stoacılık insanın talihle olan ilişkisinde sıklıkla saplanabildiği ızdırap döngüsünün kaynağını irade yanılgısına dayandırır.
İnsan kendi iradesinin dışında bir şeyi arzu ettiğinde ve aklının mutluluğunu ve huzurunu bu arzuya emanet ettiğinde, tüm sükutu hayallerinin kaynağı olacak bir arzu nesnesi yaratmış olur.
“Neden kendinden hoşnut değilsin? Neden talihini başkasının gücüne bırakıyorsun?” (Seneca, M.S. 65/2017, s. 106)
Stoacılar bu durumun üstesinden gelmek için, ilkin neyin irademizin konusu olduğunu kavrayabilmemiz için aklımızı doğru kullanmamız gerektiğini düşünür. Fakat bunu yaparken, arzu ve tutkularımızı öldürmenin karşısında, bizim için ve bir insan olarak bize ait olan doğru tutkulara yönelmemiz gerektiğini söyler.
Dış dünyanın zorunlu olabildiğini ve buradan gelen hadiselerin bizim irademiz dışında olduğunu, bunlara olabildiğince kayıtsız kalmamız gerektiğini-irademize yön vermemize izin vermememiz gerektiğini ve böylece gerçekten bizim olana daha da sıkı sarılmamız gerektiğini öğütlerler (Aurelius, M.S. 180/2003).
İnsan ancak böylece kaderinin zenginliği ile birlikte bir dinginliğe (ataraxia) ulaşabilecektir.
Spinoza’nın Gözlerinden Kader
Aslına bakıldığında Spinoza’nın Tanrısı da bir çeşit Logos’tur, fakat bu karşılaştırmayı yapabilmek ancak kapsamlı bir yazının konusu olabileceğinden bu konu üzerinde durmayacağız.
Spinoza’nın Tanrısı Doğa’ya içkindir; onun ta kendisidir (Spinoza, 1677/2022, Ethica, I. Tanım 6). Evrende var olduğu kabul edilen canlı ve cansız tüm varlıklar, tek bir tözün farklı ve önemlisi zorunlu tezahürleridir. Doğal olarak kaderin kendisi, Doğanın sonsuz olasılıkları arasında özgül bir varlığın sahip olduğu bedensel bir zincirin parçasıdır.
Bir varlık olmaktan bilinçli bir varlığa geçiş, Spinoza’da conatus (var kalım çabası) kavramıyla açıklanır. Spinoza’ya göre her varlığın doğası gereği bir var kalma çabası vardır (Spinoza, 1677/2022, Ethica, III. Önerme 6). Bu anlamda uzayda rastgele süzülen bir taş parçası ile Spinoza gibi birinin sahip olduğu büyük zihin arasında henüz hiçbir fark yoktur; her birisinin temel güdüsü yalnız var olmaktır. Zira Spinoza, irade yanılsamasını şu ünlü sözlerle açıklıyordu: “İnsanoğlu, eylemlerinin bilincinde olur olmaz kendini özgür sanır… Çocuk süt için ağladığına, kızgın bir çocuk intikam almak istediğine, korkak da kaçtığına inanır. Bir taşın da bilinci olsaydı, elbette düşmek için çaba harcadığını sanırdı.” (Spinoza, 1677/2022, Politik İnceleme, II. Bölüm, 6. Not).
Fakat bilinçli bir varlık olarak insan, tüm varoluş sürecinin farkındadır ve bilinçli bir varlık olması gereği tüm evreni yüzlerce farklı varlığın gözlerinden izleyebilir.
Bu nedenle yalnız doğmuş, var olmuş olduğu için sahip olduğu var kalım çabasının tezahürleri olan edilgen tutkularını bir kenara bırakıp, bir insan olduğu için sahip olduğu etkin duygularına ve onlara dair anlayışına yönelmesi gerekir.
Spinoza buradan yola çıkarak kader anlayışı ile ilgili olarak:
“Ben yalnızca korkunç büyüklükteki bir kozmosun iradem dışında var ettiği rastgele bir neden sonuç ilişkisi zincirinin bir ürünüyüm.” gibi bir düşünceye kapılmaya değil;
“Evrenin kendini sorgulayan gözleri olarak onun nasıl işlediğini ve bu işleyişini yaşamımı nasıl yönlendirdiğini anlamak ve bu anlayışın getireceği amor dei intelectualis (Tanrı’ya/Tabiat’a duyulan akılsal sevgi) ile kendi özgürlüğümü ve yaşam anlamımı yaratmalıyım.”
Şeklinde bir düşünceye ulaşmamız gerektiğini salık verir.
Temel Ayrımlar
Stoacılık varlığın doğasıyla ilgili insan ve insan olmayan arasında bir ayrım yapıyordu; insan ve Doğa hiyerarşik olarak birbirinden ayrı iki varlıktı, fakat Spinoza’nın Doğası bir ve tekti ve görünen tüm ikililer bu tek tözün farklı tezahürlerinden kaynaklanıyordu (Nadler, 2001).
Stoacılıkta insanın kaderini belirleyen, kendi içinde bir amaçlılık ve değerler sistemine sahip bir evren mevcutken; Spinoza’nın evreni kendi içinde bir amaç ya da değerler sistemi taşımıyor, her varlık sahip olduğu nedeni kendisi yaşıyor ya da keşfediyordu.
Önemli Benzerlikler ve Bazı İlkeler
İki düşünce sistemi de insanın tüm kaderini kendi tayin ettiği; tüm acı ve hazlarından yalnız kendi sorumlu olduğu mutlak bir irade anlayışını reddediyordu. İnsanın kaderi ne yalnız güzelliklerden ne de büsbütün ızdıraplardan oluşuyordu.
Bununla birlikte insanın kader ağlarının kalbi olan duygularını bastırmasını değil, ancak bir insan olması gereği kendine ait olan duygularını daha iyi yaşayabilmesi adına sakıncalı olanlardan uzaklaşması gerektiğini söylüyorlardı.
Son ve en önemli benzerlik ise, kendi kaderini yaratan ve onun içinde insanca yaşamayı öğrenmiş bir insanın; içselleştirdiği canlı ve cansız tüm yaşam yoldaşları ile birlikte mutluluğunu dış dünyada değil kendi içinde yaratması ve yaşamında var olanları keşfetmesi gerektiğini düşünmeleriydi.
Küçük bir Sonuç
Pekala, bu iki felsefe bir araya gelerek bize bütüncül bir doğru yaşam anlayışı verebilir mi? Belki de şöyle bir sentez ve zihinde süzülecek bir anlayış mümkündür: İnsan Stoacı bir tavırla (amor fati) dış dünyanın zorunlu “darbelerini” kabul edip dinginliğini koruyabilir; bununla birlikte Spinoza’cı bir tutkuyla (amor dei intelectualis) bu zorunlulukların neden-sonuç ilişkilerini anlayarak içsel dönüşümünü özgür bir eyleyici olarak gerçekleştirebilir.
İnsan nasıl özgür olacaktır öyleyse? Yaşamla ilgili sahip olduğu bilgeliğinin iyi ve kötü tüm yanlarını severek (amor fati) ve onları kendi için doğru olanı bulana kadar deneyimleyerek; bu deneyimlerin getireceği Doğa’ya duyulan akılsal sevgi (amor dei intellectualis) ile yaşamında neyin kendine, neyin “Gökyüzüne” ait olduğunu öğrenerek… ?
Kaynakça
Aurelius, M. (2003). Kendime düşünceler (Ç. D. Canan, Çev.). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Epiktetos. (2004). Enchiridion (S. Y. Bayrav, Çev.). Morpa Kültür Yayınları.
Long, A. A., & Sedley, D. N. (1987). The Hellenistic philosophers: Vol. 1. Cambridge University Press.
Nadler, S. (2001). Spinoza’nın Aklı. Dost Kitabevi.
Schopenhauer, A. (2019). İstenç ve tasarım olarak dünya (K. A. Atakay, Çev.). İş Bankası Kültür Yayınları.
Seneca. (2017). Mutlu yaşam üzerine — Yaşamın kısalığı üzerine (C. Ç. Akal, Çev.). İş Bankası Kültür Yayınları.
Spinoza, B. (2022). Ethica (Ç. D. Taşçıoğlu & H. Turan, Çev.). Dost Kitabevi.
Spinoza, B. (2015). Politik inceleme (M. Erşen, Çev.). Dost Kitabevi.


Yorumlar
Yorum Gönder